Sayın Haşmet Babaoğlu yeni bir yazısında çocukluk hatıralarımızın yanıltıcılığını andı. "Çocuklar, yetişkinler, hatıralar..." başlıklı bu yazıda mealen şu gerçeği dile getirdi ki son psikolojik araştırmalarda ortaya konduğu üzere insanlar hatıralarını bilmeden, fark etmeden zaman içinde şekillendirirler, o yüzden mutlu çocukluk hatıralarımızı sorgulamamız gerekir. Yine Babaoğlu'nun ifadesini mealen özetleyecek olursam, daha gerçekçi düşünürsek görürüz ki çocukluğumuz aslında oldukça elemliydi ve hiç de öyle yanıltıcı hatıralarımızdaki gibi cennetimsi bir mutluluk çağı değildi. Şahsen kendim sadece çocukluğumun değil, daha sonraki yılların güzel hatıraları hakkında da zaman içinde gerçekten şunu fark ettim ki hatırladığım böyle bir güzelliği yaşarken ben aslında pek sevinçli olmazdım. Bunu fark etmekle de şunu anladım ki böylesi herhangi bir güzel hatırayı düşünürken onun olumsuz taraflarını pek çok defa zihnimde örtüyormuşum.
Fakat kanaatimce bu duruma takılmaya gerek olmadığı gibi, bundan faydalanmak da mümkündür. Hayata karşı daha akılcı, daha gerçekçi ve dolayısıyla daha olumlu, daha mutlu bir bakış açısını şimdi bari edinebilmek için bunu kullanabiliriz, şöyle ki geçmişteki o dertlerin geçiciliğinden ders çıkarabiliriz. Buradaki fikir yürütme gayet net olacaktır: Madem ki o hatıralardaki olumsuzlukları unuttuk, o hâlde o olumsuzluklar zaten geçici ve önemsizdiler. Dolayısıyla şuna dair hiçbir kanıt yoktur ki şimdi yaşamakta olduğumuz veya daha doğrusu yaşadığımızı sandığımız dertler kalıcı veya önemli olsunlar. İşte bu fikir yürütme tarzı "bilişçi terapi" ile yakından ilgilidir. Bilişçi terapi teknikleri ve onların da üstünde Kur'an ve sahih hadislerdeki benzer ilkeler ve yöntemler bize şu hususta yol gösterecektir ki akılcı, gerçekçi ve dolayısıyla olumlu bir hayat anlayışını elde edelim.
Olumsuz düşünme şekillerine veya biliş çarpıtmalarına durup dururken yakalanmadık ve bunlarla doğmadık. Henüz çocukken olsun, daha sonraki yıllarda olsun, birçoğumuza şükür ve hayata akılcı bakma öğretilmedi, onun yerine devamlı başarı hırsı aşılanmaya çalışıldı ve birçoğu sadece muhayyel olan, hayatın olumsuzlukları abartılı olarak anlatılıp durdu. Büyüklerimiz elbette bunu şu amaçla yapmadılar ki bize eziyet etsinler, fakat şu iki durumdan biri veya bu ikisinin bir karışımı sebebiyle yaptılar: Birinci durumda, kendileri de bu hırsın lüzumuna ve dertlerin gerçekliğine itikad etmişlerdi ve aynı inancı bize de naklettiler. İkinci durumdaysa, kendileri aslında bu muhayyel olumsuzluklara inanmıyorlardı, fakat öyle düşündüler ki eğer onlar bize böyle olumsuz bir dünya görüşü kazandırırlarsa hayatın zorluklarından gereğinden fazla korkarız, dolayısıyla gereğinden fazla çalışırız, böylece hayatta daha başarılı oluruz. İşte bu sebeble birçoğumuz için - bilhassa daha zeki veya daha zayıf sinirli olanlarımız için - çocukluk gereğinden daha elemli geçtiği gibi, hâlâ elemli ve hatta belki de mutsuzuz, çünkü aynı irrasyonel olumsuz bakış açısından ve dolayısıyla şükür eksikliği alışkanlığından hâlâ kurtulamadık.
Özellikle de Müslümanlar olarak günümüzde Allah'a tevekkülümüz eksiktir, çünkü modernist ve dünyaperest bir zihniyetle tevekkül inancını tamamen ortadan kaldırdık. Allah Kur'an'daki bazı ayetlerde -mealen- garanti eder ki ona güvenir, işlerimizin sonuçlarını ona bırakırsak, ona iman ve şükredersek kimse bize gerçek bir zarar veremeyecektir. Keza Allah Hud Suresinin 6. ayetinde iyisiyle ve kötüsüyle, insanı ve hayvanıyla bütün kullarının rızkını kendi "görevi" olarak garanti eder. "Kulun bütün sebeblere yapışıp dünya için mükemmel çalışması ve didinmesi" gibi bir şartı da -sanıldığının aksine- asla ama asla koşmaz. Ama biz bunu anlamamak ve böylece buna inanmamak için bir sürü bahane uydururuz. Neymiş, Allah'a tevekkül edecekmişiz, ama önce en mükemmel şekilde çalışıp dünyadaki başarılı sonucu bizzat kendimiz sağlayacakmışız. Hadi ya? Sonuçları biz kendimiz kontrol ve garanti altına alacaksak (sanki bunu yapabilirmişiz gibi), Allah'a ne hakkında güveneceğiz? Her şeyi biz güya yapmışız zaten, Allah'a güvenmek için geriye ne kaldı? Bize sandırıldığının aksine, Allah'a tevekkül demek gerçekten Allah'a tevekkül demektir; evet, elimizden geldiği kadarını yapmak, fakat sonuçları tamamıyla Allah'a bırakmaktır. Sonuçları garanti altına alacak şekilde tastamam tedbir almaktan kendimizi veya mesela çocuğumuzu sorumlu görmek ise Allah'ın sonuçlar (işlerin âkıbeti) üzerindeki mutlak ve tek başına hâkimiyetini unutmaktır.
Velhasıl, evet, çocukluğumuz, muhtemelen sanmakta olduğumuzdan daha elemliydi. Mesela şunu unuturuz ki çocukken çok beden ağrısı çekerdik ve bu ağrıların çoğu güçlü yetişkinlik yaşlarımızda kayboldu. Keza büyüklerimizin dertleriyle de dertlenirdik. Ancak bağımlı ve savunmasız varlıklar olduğumuz çocukluk yıllarımızın aksine şimdi yetişkin olarak o imkâna sahibiz ki daha akılcı ve gerçekçi düşünmeye yavaş yavaş alışalım. Varlığını farz ve zannettiğimiz olumsuzlukları bilişçi terapi ile akıl ve gerçekçilik ilkelerine vurup çürütebiliriz (bunun için David Burns'ün İyi Hissetmek kitabını tavsiye edebilirim). Allah'ın emrettiği ve öğrettiği tevekkülü farklı tevil etmeyip benimseyerek dünyadan ve rızıktan yana gereksiz korkularımızı terk edebiliriz. Allah'ın Kur'an'da iyi niyetli kullarına verdiği garantilere inanmak suretiyle "düşman felek" düşüncesinden sıyrılabiliriz. Böylece fark edebiliriz ki felek bize düşman filan değildir, aksine hayatımızın çoğunda Allah'tan ve çevremizdeki âlemden iyilik gördük ve sadece bazen geçici zorluklarla sınandık. Bu düşünce değişimiyle yeni zorluklara ve hüsranlara karşı sabrımız da zaman içinde kat kat artabilir.
* Bu yazının en son tadil edildiği tarih 28 Haziran 2017 Çarşamba öğle sıralarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder